Soru: LaubÂlilik ve şathiyÂttan uzak kalarak mu’mince tavır sayılan ciddiyet ve vakar sahibi olabilmek adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? İzah eder misiniz?

Cevap: Laubalilik veya tasavvuftaki ifadesiyle şathiyat, kişinin iman ve mÂrifet ufkuna, Allah’la irtibat seviyesine gore farklılık arz eder. Bazılarının akıllarına şimşek gibi anlık dahi olsa, kufur ve dalaletle alÂkalı bir şey geldiğinde, bu durum onların Âdeta odunu koparır, catlatır onları. Bizim gibi mubtedîler ise ancak ZÂt-ı Ulûhiyet’le, peygamberlikle alÂkalı kullandıkları ifadelerden dolayı “Acaba kufre, dalalete duşmuş olabilir miyim?” endişesi taşır.

Bir başka ifadeyle, laubalilik ve şathiyatın sınırları cok geniştir. Mesel Allah’a karşı saygısızlık ifade eden oyle munasebetsiz laubalilikler vardır ki, bunlar, kufur işmam ederler. Bu tur munasebetsizce laflar neticesinde insan, hic farkına varmaksızın kufre suruklenir. Bu acıdan mubtedî seviyede de olsa inanan bir insan, CenÂb-ı Hakk’ın her yerde hazır ve nazır olduğu hakikatini vicdanında duymaya calışmalı ve bu duyuş onun davranışlarına aksetmelidir. Diğer taraftan, tanıdığım oyle isimler vardır ki, ben onların dudaklarının geriye gittiğini hic gormemişimdir. Bu insanlar, hayatları boyunca, başları hep onlerinde surekli murakabe hÂlindeydiler. Onların, bu derince bakış ve mehip hÂlleriydi ki gonullerde cok ciddi tesir meydana getirirdi.

Kahkahalarla Soldurulan Kalbî Hayatlar
Hic şuphesiz herkes boyle bir ufku paylaşamaz. Mesel bizler, neşet ettiğimiz ortam itibarıyla beyÂbandaki cobanlar gibiyiz. Ufkumuz yok, kalbimiz inkişaf etmemiş, dimağ ve duşuncelerimiz de zayıf kalmış. Fakat her şeye rağmen yine de insan, meÂliye talip olmalıdır. Şu an donanımımız, kabiliyet ve ufkumuz itibarıyla harem dairesinin kapısının onunde duracak bir yer bizim icin mukadder gibi gorunuyor olabilir. Fakat insan asla buna kanaat etmemelidir. Aksine o, Ayetu’l-Kubra’daki hakikat yolcusu gibi hep “hel min mezid” demelidir. Hatta harem dairesine bile girse, orada da, “Acaba O’nunla munasebetimi nasıl daha kavî hÂle getirebilirim?” arayışı icinde olmalı ve surekli “Daha yok mu?” talebinin peşinde koşmalıdır. Evet, mu’min, “la ilahe illallah” ile adımını iceriye attığı andan itibaren hep maiyyet ufkunu aramalıdır. Yani dudaklarının hic geriye gitmeyeceği, cehresinin bembeyaz kesileceği, mehabet ve mehafet icinde yureğinin ağzına geleceği ufuk hangi ufuksa onu yakalamaya calışmalıdır. Belki yer yer reca kaynaklı bir tebessum dudağında belirse de cok gecmeden bir mehafet ve mehabet atmosferine burunmeli ve benliğini havf u haşyet duygusu sarmalıdır. İşte gercek kurbet kahramanları bunlardır. Zira mubarek ve nurlu cehresi recanın bir ifadesi olarak mutebessim bulunsa da, kaynaklarda Fahr-i KÂinat Efendimiz’in (sallallÂhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca uc defa gulduğu kaydedilir. Sahabe-i kiram ve tÂbiîn-i izam arasında da bu hÂl ile serfiraz nice insan vardır. Hatta bazıları bu vasıfları ile tanınıyor ve biliniyorlardı. Oyleyse insan temelde laubalilikle arasına mesafe koymalı ve egzersiz yapa yapa kendini ciddiyet ve temkine alıştırmalıdır. Bu yapılabildiği takdirde, zamanla bu hÂl onun her davranışına sirayet eder.

Siz, Ustad Hazretleri’nin 17. Soz’de MevlÂna Cami’den naklettiği;

يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ

“Sadece Bir’i iste, Bir’i cağır, Bir’i talep et, Bir’i gor, Bir’i bil, Bir’i soyle.” ifadelerinden ne anlıyorsunuz? İşte insan bu hakikatlerin mÂnÂsına iner, onlara nufuz eder, hep o ufukta yaşama, hep O’nu gorme, O’nu bilme, O’nu cağırma ve O’nu isteme sevdasıyla hareket ederse, zamanla bu hÂl onun tabiatı hÂline gelir.

Biraz once ifade edildiği uzere, bizim gibi mubtedîler icin boyle bir hÂl, uzak gorulebilir. Fakat bizler de, hic olmazsa, munasebetsizce, yerli yersiz kahkaha atmaktan uzak durmalı, tavır ve davranışlarımızda sululuğa girmemeliyiz. Hele, bir şekilde dini temsil konumunda bulunuyorsak, mesele cok daha hassasiyet ister. Zira cevrenizdeki insanlar sizden boyle bir hÂl ve tavır bekler. Mademki mu’minsiniz, bu mevzuda başkalarından bir farkınız olmalı, bir farklılık ortaya koymalısınız ki, insanlar size baktıklarında dininize ve dinî değerlerinize imrenerek baksınlar. Şayet siz de başkaları gibi davranır, başkaları gibi hareket eder, başkaları gibi konuşur, başkaları gibi guler ve başkaları gibi eğlenirseniz muhataplarınız iman ve imana ait guzellikleri sizde goremez. Farklılık olarak geriye sadece bir kısım nazarî malumat kalır ki, o da hakiki iman demek değildir. Evet, nazarî bilgilerin, bir yonuyle kufrun onunu kesme gibi bir fonksiyonu vardır, fakat unutulmaması gerekir ki, imanın, insanın sinesine oturması amelle olur.

Hayatı Kuşatan İhsan Şuuru
Seyr u sulûk-i ruhanî neticesinde bir noktaya gelmiş insan, orada kendini temkin ve teyakkuza hazırlar/hazırlaması gerekir. Boyle bir hak yolcusunda, sekr u mahv hÂlinde bile daima bir teyakkuz ve temkin emaresi gorulur. O, “Allah var!” diyerek ulu orta hareket etmekten kacınır ve her davranışında temkin soluklar. Hatta ıtrahatta bulunurken dahi kulaklarına kadar kızarır. Cunku melekler oraya giremeseler de insan, her zaman ihsan şuuru icinde olmalıdır. Dolayısıyla bu mulÂhaza, onun butun hÂl, tavır ve davranışlarına sirayet eder.

Size daha once de arz etmişimdir. Alvar İmamı otelere goctuğunde henuz on altı yaş civarındaydım. Bu sebeple onu ve onun ağzından dokulen mÂn derinlikli sozleri idrak ettiğimi soyleyemem. Fakat onun oturuşunda, kalkışında, hÂl ve hareketinde oyle bir tesir vardı ki, en beliğ sozlerden daha muessirdi. Doksana merdiven dayamış olmasına rağmen sekiz saat dizleri uzerinde otururdu. Ayakları uyuşmaz mıydı bilemiyorum. Ustelik prostatı da vardı. Buna rağmen o, hic tavrını değiştirmezdi. Hicbir şey soylemese sadece bir kere yanınızda “Allah!” dese yureğinizi ağzınıza getirmeye yeterdi. Bazen elektrik verilmiş gibi birdenbire titrerdi. İşte onun bu derûni, ciddi ve vakûr hÂli, tavır ve davranışları, bakışları ve yuz cizgileri sizin ruhunuza aksederdi.

HÂl ve tavrıyla, oturuş ve kalkışıyla insana tesir eden insanlardan birisi de Salih Efendi’ydi. Ben onun dudağının geriye gittiğini hic gormedim. Onu tanıdığım donemde, cocuklarının en kucuğu yaşındaydım. Fakat buna rağmen ziyarete geldiğinde ben onu bir kanepeye oturtamazdım. Hep dizleri uzerinde otururdu. İşte bu olcude bir temkin ve teyakkuz insanıydı. Zannediyorum, siz boyle bir insanı alıp Allah’ın huzuruna goturseniz, doğrudan doğruya, bîkem u keyf CenÂb-ı Hakk’ın kelamını işitse, doğrudan doğruya O’ndan emirler alsa yine de o insan diyecektir ki: “Ya Rabbi! Acaba bunlar nefsimden kaynaklanan şeyler midir? Eğer oyleyse bunlardan Sana sığınırım. Sen buyuksun. Benim gibi gunahkÂr, asi, kucuk bir kul boyle bir iltifata layık olamaz. O zaman bu hÂl nedir Allah’ım?” İşte bu anlayıştaki bir insan, temkine alıştığından dolayı, hep temkin soluklar, temkinle hareket eder, temkinle oturur kalkar ve hicbir zaman tavrını değiştirmez. Dolayısıyla boyle bir insandan hicbir zaman şathiyat da sadır olmaz.

Diğer taraftan bazıları, kendilerine verilen bir kısım mevhibeler karşısında veya varidat yollarının azıcık onlara acılması neticesinde mal bulmuş mağribi gibi sevinip kendilerini kaybedebilirler. Ancak ŞÃ‚h-ı GeylÂnî, Muhammed BahÂuddin Nakşibendî veya İmam-ı RabbÂnî gibi zatlardır ki, bir an olsun temkinden ayrılmamışlardır. İmam-ı RabbÂnî Hazretleri Mektubat adlı eserinde, “Oyle bir noktada bulunuyorum ki, ayağım yere değiyor mu değmiyor mu farkında değilim.” mealinde ifadeler kullanır. Ama o, ulaştığı bu mertebelere rağmen ısrarla sunnet-i seniyye minhÂcına ve sahabe-i kiramın yoluna vurgu yapar ve her ne seviyede olursa olsun zahir-i şeriata milimi milimine uyma tavsiyesinde bulunur.

Fakat gunumuz Muslumanları olarak bizim, en ciddi eksiklerimizden biri Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğuna gonulden inanmayışımızdır. Bu konudaki malumatımız daha cok nazarî bilgiden ibaret. Dolayısıyla nazarî malumat hayata hayat kılınmayınca hÂl ve tavırlarımızdan laubalilik ve gayr-i ciddilik dokuluyor. Evet, maalesef tavırlarımız mu’mince değil; bu sebeple ruhlara nufuz edemiyoruz. HÂlbuki ben bu daire icinde, o sÂbikun-u evvelîni hep ciddi ve vakur gordum. Onlar nerede durduklarının farkındaydılar. Harem dairesinin onunde el pence divan duruyor gibi hayatlarını yaşıyorlardı. Bu itibarla bilmemiz gerekir ki, laubalilik, gayr-i ciddilik ve şathiyatın mesleğimizde yeri yoktur. Bir an once bu kotu haslete karşı tavır almalı, aramıza mesafe koymalı ve onun ruyalarımıza dahi girmesine fırsat vermemeliyiz.

İbadet hayatımızda şathiyattan uzak kalıp temkine ulaşma meselesine gelince: Eğer mu’min butun hayatında ciddiyetin talibi olursa, ibadet u taatinde de o hÂli kolaylıkla yakalar. Bu sebeple ciddiyet, temkin ve vakar mu’minin butun hayatına sirayet etmelidir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-EnÂm (aleyhi elfu elfi salÂtin ve selÂm) yatakta yatarken bile, sağ ellerini başlarının altına kor, ayaklarını goğsune ceker, kıvrılır ve oyle istirahat buyururlardı. Siyere bakıldığında gorulecektir ki, O’nun hayat-ı seniyyelerinin her damlasında, her santiminde boyle bir temkin ve teyakkuz vardır.
Eğer siz de hayatınızın butun safahatında boyle bir ciddiyet peşinde olursanız, namaz ve diğer ibadet u taatinizde de şathiyattan uzak kalarak temkin, huşu ve hurmeti yakalayabilirsiniz. Evet, şayet siz de her yerde elinizden geldiği kadar O’nun huzurunda bulunuyor olma şuuruyla hareket eder ve tavırlarınızı ona gore planlarsanız, sun’iliğe ve yapmacık tavırlara girmeden hÂl ve hareketlerinizden tevazu, mahviyet ve hacalet damlar. Unutmayın ki, eğer sun’iliğe girerseniz, insanlar, sizin tavırlarınızın yapmacık olduğunu sezer ve onu istiskal ederler. Boylece tabiî mutevaziler ile sun’i mutevaziler birbirinden ayrılmış olur. Aynı durum temkinli olan insanlarla temkinli gibi davranan veya teyakkuz icinde bulunanlarla, muteyakkız gibi davranan insanlar icin de gecerlidir. Laubalilik ve şathiyattan uzak duruyor gibi hareket eden ve burada ciddiymiş gibi gorunen insan, dışarı cıktığı zaman oyle uygunsuz harekette bulunur, oyle pespaye şaka ve laubalilikler icine girer, oyle munasebetsiz sozler sarf eder ki, onun bu hÂl, hareket ve sozlerine şahit olduğunuzda kulaklarınıza kadar kızarırsınız. Cunku ciddiyet onun henuz tabiatına mÂl olmamıştır. İşte bizim boyle bir ikileme duşmememiz icin inandığımız değerlerin hayatın her noktasında pratiğe dokulmesi ve boylece onların tabiatımızın bir derinliği hÂline getirilmesi gerekir.

“Ne olur Allah’ım! Huzur ve mehabetini benliğimize duyur”
CenÂb-ı Hak’tan ciddi olmayı talep etmek lazım. “Talep ediyorum ancak tabiatımın bir derinliği hÂline gelmiyor. Yine gayr-i ciddi, yine laubali, Allah’a karşı yine gaflet icinde bulunuyorum.” duşuncesi doğru değildir. Allah aşkına, biz bu hÂl-i purmelÂlimizi duzeltme adına haftanın kac gecesinde kalktık ve sabaha kadar yureğimizi yırtarak: “Ne olur Allah’ım! Huzur ve mehabetini benliğimize duyur!” diye yalvardık da O vermedi! Hayır, biz boyle bir iddiada bulunursak yalan soylemiş oluruz. Şayet O vermiyor ve biz de hÂl olduğumuz yerde bulunuyorsak, kalb ve ruh hayatımız icin olmazsa olmaz, hayatî derecedeki bu hususa onem vermemişiz/vermiyoruz demektir.
Yuce kitabımız Kur’Ân-ı Kerim, ciddilerden ciddi bir uslupla, yeryuzunun en ciddi insanına, yeryuzunde ciddiyeti tesis icin gelmiş bir kitab-ı semaviye-i arziye-i mukaddesedir. Yoksa Kur’Ân,
وَمَا هُوَ بِالْهَزْلِ
“O bir şaka değildir.” (TÂrık sûresi, 86/14) Âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi, bir hezl ve lehv u laib değildir.
Kaybettiğimiz bu ciddiyeti yeniden kazanabilmek adına, birbirimize surekli telkinde bulunmalıyız. Bunun icin, ictimaî mukavele yapıyor gibi birbirimize soz ve yetki verebiliriz. MeselÂ, gayr-i ciddiliğe dalmış bir kardeşimizi gorduğumuzde: “Bu ne hÂl kardeşim, yoksa ahiretten mujde mi geldi? Yoksa Cennet’le mi tebşir edildin?” diye birbirimize ikazda bulunabilmeliyiz. Kaldı ki, Cennet’ten mujde almış bir insan bile iceriye adımını atacağı ana kadar ciddiyetini muhafaza etmelidir. Zira oraya gireceğimiz ana kadar hic kimse teminat altında değildir. Fahr-i KÂinat Efendimiz (aleyhissalÂtu vesselÂm) bize temkin dersi verme adına “Ben de amelimle Cennet’e giremem!” (Muslim, MunÂfikîn 76) buyuruyorsa, o zaman herkesin, başını iki elinin arasına alıp duşunmesi gerekmez mi? Namazın bir rekÂtında Bakara, Âl-i İmrÂn, MÂide ve Nis sûre-i celilelerini okuyan Efendiler Efendisi (sallallÂhu aleyhi ve sellem) bile ameliyle Cennet’e giremeyeceğini ifade buyuruyorsa, insana, “Sen hÂl neyin laubaliliğini yaşıyorsun?” diye sormazlar mı?
__________________