Ehl-i sunnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sunnet itikadını topladı. Yuzlerce talebesine oğretip, kitaplara gecirilmesine sebep oldu. Muslumanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.
Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zuhdu, takvası, hilmi, salahı ve comertliği yuzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek cok olup, buyuk muctehidler, Âlimler yetiştirdi. Ehl-i sunnetin yuzde sekseni Hanefi mezhebindedir.
Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehid edildi.
Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile goruşmuş, kendisi, evladı ve zurriyeti icin duasını almıştır.
İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup buyudu ve orada yetişti. Ailesinden cok ustun bir terbiye ve din bilgisi aldı. Kucuk yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapcanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını oğrendi. Gencliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi gormuştur. Bunlardan hadis dinlemiştir.
O zaman Kufe, Irak’ın buyuk şehirlerinden ve onemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup ceşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya cıkmış, colde Hariciler turemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla goruşup onlardan Ehl-i sunnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin buyukleri de orada bulunuyordu. Burada hukumet guclerini ele gecirmek isteyen fırkalar arasında da cetin bir mucadele surup gidiyordu. İmam-ı a’zam boyle bir muhitte, ilk genclik yıllarında babası gibi once ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık Âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu.
Bu Âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak icin Ehl-i sunnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mucadele edip onların bozuk fikirlerini curutuyorlardı. Kufe genellikle bu tip munazaralara sahne oluyor, hatta bu munazaralar meclislerden, carşıya pazara taşıyordu. Henuz cok genc yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen munazaralara katılıyor ve onun ustun kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve cabuk kavrayışlılığı yuzunden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı munazaralarındaki ikna kabiliyeti ve ustun başarıları, zamanın buyuk Âlimlerinin dikkatini cekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan Âlimler, onu ilim oğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim oğrenmeye başladı.
İlim oğrenmeye başlayışını kendisi şoyle anlatır:
“Bir gun zamanın Âlimlerinden Şabi’nin yanından geciyordum, beni cağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Carşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, Âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hicbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve Âlimler ile goruşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genc olduğunu goruyorum” dedi. Onun bu sozu bende iyi bir tesir bıraktı. Carşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahu teÂlÂnın yardımı ile Şabi’nin sozunun bana cok faydası oldu.”
İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı a’zam once kelam ilmini, iman ve itikadı ve munazara bilgilerini Şabi’den oğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gosterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Suleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, soylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini muzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini gorurdu ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden oğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de coğu Tabiinden olan Âlimler ile goruşur, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh muzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim oğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait hukumleri bozanlar coğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola cevireceksin. Allahu teÂl yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin buyuklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden oğrendi. Yuksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hazret-i Omer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Omer’in azatlısı Nafi’den oğrendi. Boylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup goruştuğu Tabiinden oğrendi.
(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:
“Hazret-i Omer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Omer’den; Hazret-i Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”
İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın buyuklerinin ilim silsilesinden olmak uzere dort bin kişiden ilim oğrenip, butun ilimlerde ve ustunluklerde en yuksek dereceye ulaşmıştır. Şohreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen butun muctehidler, Âlimler, ustun kimseler onu hep methetmiş, ovmuştur.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Suleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak Âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu gorerek, ısrarla hocasının yerine gecmesini istediler. “İlmin olmesini istemem!” buyurup, ilim kursusune oturdu. Hocası Hammad’ın yerine muftu oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.
İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine gecince, ilmi, vakarı, ustun tevazuu, takvası, tatlı sozleri ve guler yuzuyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların butun muşkillerini cozen yegane muracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Turkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler icin verilen muntazam dersler olmak uzere iki turlu muzakere yapılırdı. Her gun sabah namazını, camide kılıp oğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Oğleden once kaylule [oğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, oğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden once, mesele aleni (acık) olarak muzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya calışırdı. Meselenin muzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli duzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat soylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şukur icin tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise cok mukemmel bir usul ile yuruturdu. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hukumleri takrir edilir (anlatılır) ve muzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hukumler bulunurdu. Gecmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hukumleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hukumler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde gecmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere gecilmiş ve fıkhın kulli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.
İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında cozulen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyuzbini aşmıştır. Bunların icinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait oyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana cıkarılması ve cozulmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mutehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Cozulen fıkhi meseleler cinslerine gore kısımlara (kitaplara), kısımlar da ceşitlerine gore bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, munakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak uzere sıralanarak fıkıh duzenlenmiştir.
Boylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yuzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mutehassısları yetiştirdi. İmam-ı Maturidi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dort bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yuz otuzu ilimde iyice yukselmiş, iclerinden kırk kadarı ictihad derecesine cıkmıştır. Bazı muellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve kunyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.
İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaclarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri icin buyuk titizlik gosterirdi. Talebelerini o kadar mukemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hukumleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulunu ve talebelerini gormek icin gelen, aralarında Tabiinin buyuklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu ustunluğunu, başarısını gorerek buyuk bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, huznumun tesellisisiniz” buyururdu.
Otuz yıllık muddet icinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman cok genişlemiş olan İslam dunyasının her tarafına yayılarak muftilik, muderrislik, kadılık gibi ceşitli vazifelerle buyuk hizmetler yapmak suretiyle Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sunnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gosterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Zufer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Mushir, Hibban bin Ali gibi Âlimlerdir.
İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife gore fıkhı tespit etmek icin, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sunnet (Peygamber efendimizin sozleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ummet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sozbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hukmu verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hukme bağlamak)dır.
İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak uzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dort kaynağa baş vururdu. Once Kur’an-ı kerime bakar, hukmu aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona gore cozerdi. Meselenin halli icin Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sunnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ummete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi cozerdi, hukmunu bildirirdi. Şayet sırasıyla bu uc kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi cozerdi.
İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mukemmel usullerle yaptığı uzun calışmaları ve ictihadı neticesinde cozduğu ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Muslumanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak icin takip edecekleri bir yolu gosterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.
İmam-ı Şafii şoyle buyurmuştur:
“Butun Muslumanlar imam-ı a’zamın ev halkı, coluk cocuğu gibidir.” (Yani, bir adam coluk cocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde muhtac oldukları din bilgilerini meydana cıkarmayı kendi uzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup guc bir işten kurtarmıştır.)
Omru boyunca sapıklarla da mucadele etti
İmam-ı a’zam, omru boyunca, insanları, imandan ayırmaya calışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mucadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Murcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı munazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıclarıyla yanına girip munazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde cekip gidiyorlardı.
İmam-ı a’zam, Allahu teÂlÂnın rızasından başka bir duşuncesi olmayan buyuk bir Âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hicbir şeyden cekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi duşunce ve guc, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve duşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
Luzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi buyuk İslam Âlimlerinde gorulen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yuksek İslam ahlakı) ile her halukÂrda insanların kurtuluşu icin cırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, guler yuz, tatlılık ve sukunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların iclerinde gizledikleri şeylere nufuz eder ve olayların sonuclarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, ustun aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gonullerini cezbederdi. Karşısına cıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı meseleleri, derin bir mutalaadan sonra, boyle olmayanları ise anında ve olayın acık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatcı ve peşin hukumlu muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkacını bildireceğiz.
Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Muslumanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sunnet itikadı), doğru bir amel ve guzel bir ahlak istediğini bildirmiş, omru boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen butun Muslumanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı butun bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir butun halinde insanlara yeniden duyurmuş, şuphesi ve bozuk bir duşuncesi olanlara cevaplar vermiş, Muslumanları ceşitli fitneler ve propagandalarla zaafa duşurmek, parcalamak ve boylece İslam dinini yıkabilmek umidine kapılanları husrana uğratmış, once itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, gunluk işlerde Allahu teÂlÂnın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Boylece, ikinci hicri asrın muceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.
Buhari ve Muslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Sureyya yıldızına cıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam Âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Muslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Muslumanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle mujdelenen Tabiinden ve onların da en ustunlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ul-Ulum ve Durr-ul-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âdem (aleyhisselam) benimle oğunduğu gibi ben de ummetimden bir kimse ile oğunurum. İsmi Numan, kunyesi Ebu Hanife’dir. O, ummetimin ışığıdır.)
(Peygamberler benimle oğundukleri gibi ben de Ebu Hanife ile oğunuyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)
(Ummetimden biri, İslamiyeti canlandırır. Bid’atleri oldurur. Adı Numan bin Sabit’tir.)
(Her asırda ummetimden yukselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yukseğidir.)
Hazret-i Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, bircok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.
İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam Âlimleri hep onu methetmişler, buyukluğunu bildirmişlerdir.
Abdullah ibni Mubarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hurmet gosterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağac direk altındır dese, ispat eder” dedi.
Veki' der ki:
“Allahu teÂlÂya yemin ederim ki, Hazret-i İmam cok emin idi. Yine Allahu teÂlÂya yemin ederim ki Allahu teÂl onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahu teÂlÂnın rızasını her şeye tercih ederdi.”
Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine uc gune kadar oleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, cunku her zaman yapılabilecek ibadetin coğunu yapardı.”
Bekir İbni Maruf der ki:
“Bu ummetin icinde sireti, Ebu Hanife'den guzel olan bir kimse gormedim.”
(Siret, ahlak ve kalb guzelliği demektir.)
Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan cok uzak idi. Şupheli olur diye, helallerin fazlasından kacınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha kuvvetli Âlim gormedim. Vefatına kadar omru mucadele ile gecti.”
Yezid ibni Harun der ki:
“Bin Âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların icinde, vera sahibi ve dilini cok koruyan Ebu Hanife’den başkasını gormedim.”
Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını gormedim. Şuphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden cıkarırdı.”
Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şoyle anlattı:
(Haramdan nefret eder, cok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi soylemezdi. Allahu teÂlÂya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi cok severdi. Dunyayı sevenlerden, dunyaya duşkun olanlardan uzak idi. Az konuşur, cok duşunurdu. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, soyler ve daima doğruyu soylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak uzere kıyas edip, ona tÂbi olur, bunda dinini cok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hic kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahu teÂlÂnın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı duşunurdu. Hic kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten cok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)
Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mubarek ağzından bir soz duymaya yuz bin dinar (altın) veririm.”
İbni Uyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gozum gormedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.
Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”
Hafız Abdulaziz ibni Revvad der ki:
“Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sunnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kotuleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (olcudur). Onu sevenin, ona yuzunu donenin Ehl-i sunnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”
İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:
“Ebu Hanife’yi sevmek sunnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gozetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin muşkillerini cozerdi.”
Hakikate varmış evliyanın buyuklerinden Sehl bin Abdullah Tusteri;
“Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi Âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurdu.
İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha buyuk fıkıh Âlimi bilmem. Fıkıh oğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurdu.
İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara duşme korkusuyla şuphelilerden sakınan) ve zuhd (dunyaya duşkun olmayan), îsÂr (comertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun cokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurdu.
İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha cok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet oyledir. Cunku, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun icin ismi gecince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.
İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife cok ibadet ederdi. Kuvvetli zuhd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahu teÂlÂdan cok korkardı. Daima Allahu teÂlÂnın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.
Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:
Peygamber efendimizi ruyada gordum ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:
“İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği icin kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sunnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hukum cıkarmakta) oyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sozunu kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”
İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şoyle buyurur:
“Derecesinin yuksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o buyuk imamın şÃ‚nından ne yazayım! Muctehidlerin en vera sahibiydi. En muttekisi (Allah’tan korkarak haramdan cok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan ustundu.”
Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:
“İsa aleyhisselam gibi ululazm bir Peygamber gokten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın buyukluğunu, ictihadının doğruluğunu gosteren en buyuk şahittir.”
Feriduddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şoyle anlatır;
“İslamiyetin ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, Ârif, Âlim, sofi, cihanın imamı, methi butun dillerde dolaşan, her milletin makbulu olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mucahedeleri, onun halvet ve muşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Muruvvet ve futuvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en comerdi, devrinin efdali ve vaktinin en Âlimi idi. En yuksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mucahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)
Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kÂmil, dort mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, buyuk Âlim Seyyid Abdulhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdulkadir Geylani gibi buyuk evliya idiler. Fakat Âlimler kendi aralarında iş bolumu yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun icin hep fıkıh uzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nubuvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup oyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu buyuk istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sozu ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en buyuk halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Cunku Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vÂrisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vÂrisleridir” buyuruldu. VÂris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bÂtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vÂrisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”
İslam Âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın govdesine, diğer Âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan buyuk ve ustun olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkac bakımdan buyuk kemalata (olgunluklara, ustunluklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslam dunyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Boylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercume edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sozlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan once İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir calışmaya ihtiyac duyulmamıştır. Cunku ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Muslumanların ilimleri başta din bilgileri olmak uzere son derece berrak ve mukemmeldi.
İlk yıllarda ilimlerin kağıda gecirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam Âlimlerinin sozlerinde, eserlerinde ve Muslumanların gunluk hayatlarında kendiliğinden vucut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En muhim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inancları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i icten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gosterince, yuksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara gecirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu cok muhim vazifeyi mukemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Muslumanlar arasında yayılmasına calışılan Rafizi, Mutezile, Mucessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını gostererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Muslumanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle oğrenmelerini ve boylece inanmalarını temin etmiştir. İyi duşunulduğunde butun insanlığın dunya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği acıkca gorulen bu cok muhim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam Âlimleri, evliyanın buyukleri tarafından da tazim ve şukranla yÂd edilmiş, bu buyuk imam, “Ehl-i sunnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en buyuk imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahu teÂl anh)
Takvası ve menkıbeleri
Onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi
İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkÂrlığı, comertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini gostermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dort bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, Âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin butun ihtiyaclarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şoyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahu teÂlÂya hamd edin. Cunku verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahu teÂlÂnın ihsan ve kereminden benim elimden size gonderdiğidir.” Boylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat calışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma gunu anasının, babasının ruhu icin fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini cok eski gordu. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını soyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine guzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akce vardı.
Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dort bin akceye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin şu sozudur: (Dort bin ve ondan aşağı akce nafakadır.) Eğer halife ve valilere muracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akce bile yanımda bulundurmazdım.”
İmam-ı a’zam bir gun yolda giderken onu goren bir adam, yuzunu ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı cağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akce borcum var. Uzun zaman oldu odeyemedim ve cok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Subhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni gorup sıkıldığın ve utandığın icin hakkını helal et!” dedi.
Bir defasında ortağına, sattığı mallar icinde kusurlu bir elbise olduğunu soyleyip, bunu satarken ozrunu gostermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu soylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu oğrenince o mallardan alınan doksan bin akceyi sadaka olarak dağıttı.
Muşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kÂr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dort dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; (Ben ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle boyle alay mı ediyorsun?) dedi. (Hayır, bunda alay yok) dedi ve elbiseyi ihtiyar kadına dort dirheme verdi.
Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Biri ona satmak uzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yuz akce istediğini soyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yuz akceden daha fazladır, dedi. Satan kişi yuzer yuzer arttırarak dort yuze cıktı. Hayır, daha fazla eder, buyurup, bu işten anlayan bir tuccara, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yuz akceye satın aldı.
Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin koylerini haydutlar basıp koyunları calmışlardı. İmam-ı a’zam bu calınan koyunlar şehre getirilip satılır duşuncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği icin, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”
Allahu teÂl dinini onunla kuvvetlendirir
İmam-ı a’zam, bir gece ruyasında Peygamber efendimizin kabrini acmış, mubarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade ruyasını Tabiinin buyuklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu ruyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbni Sirin; “Sırtını ac goreyim” dedi. Sırtını acınca iki omuzu arasında bir “Ben” gordu ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamber efendimiz senin hakkında; (Benim ummetim icinde, iki omuzu arasında bir “Ben” bulunan biri gelir. Allahu teÂl dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu” dedi.
Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vucudunu bir akrep soktu ve yere duştu. Talebeleri bu akrebi oldurmek isteyince; “Onu oldurmeyiniz, kendimi onunla tecrube etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan Âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, buzuldu ve hemen oldu.
Sabah ezanına kadar
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp cıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken bir konu uzerinde talebesi Zufer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını cıkarmadan sabah namazını kılmak icin tekrar mescide girdi.
Annemin emrine muhalefet etmem
İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih icin Omer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi oğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Omer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Omer bin Zerr’e sordu. Omer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Omer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını soyleyince, Omer bin Zerr de; “Oyle ise git, annene boyle soylediğimi bildir” dedi.
O, burada fıstık yemesini oğreniyor
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şoyle dediğini nakleder:
Babam olduğu zaman ben kucuktum. Annem sanat oğrenmem icin beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman gecmişti. Annem hocama gelip; “Bu cocuğun senden başka ustadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini oğreniyor.” Bunun uzerine annem donup gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Boylece Allahu teÂl bana ilimden cok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gun Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize boyle yemek vermezler” dedi. Ben guldum. “Nicin guluyorsun?” dedi. Ben de imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun uzerine; “Gercekten ilim insanı yukseltir. İnsanların baş gozuyle goremediklerini o kalb gozuyle gorurdu” dedi ve hocama rahmetle dua etti.
Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden biri, kendinde bir salahiyet gorup bir meclis kurdu. Fıkıh oğretmeye başladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince huzurundakilerden birine bunun meclisine gidip ona şoyle soylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkac gun sonra gelip elbisesini istese temizleyici inkÂr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ucret alabilir mi?” Eğer alır derse hata ettin dersin. Ucret almaz derse yine hata ettin dersin.)
Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ucret almaya hakkı var mı?
- Evet ucret alır.
- Hata ettin, oyle değildir.
- Hayır ucret alamaz.
- Yine hata ettin, oyle değildir.
Bunun uzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun geldiğini gorunce şoyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gonderdi?
- Evet...
- Subhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahu teÂlÂnın dininde soz soylemek icin kendisine meclis kuran kimse ucret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ucret verilmez. Cunku kendisi icin temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden once temizlemişse ucret vermesi lazımdır. Cunku onu sahibi icin temizlemiştir.
Uc gumuş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdullah İbni Mubarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gumuşu, başka birinin bir gumuşu ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
- Kalan bir gumuş uce taksim edilir. Ucte biri bir gumuşu olanın, ucte ikisi de iki gumuşu olanındır.
Bize gore mi, size gore mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şoyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize gore Hazret-i Ali'dir, size gore ise Hazret-i Ebu Bekir’dir. (Radıyallahu anhuma)
- Nasıl olur?
- Cunku Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size gore ise Ebu Bekri Sıddık Hazret-i Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu soz karşısında şaşırıp kaldı.
Eğer kıyas ederek soyleseydim
İmam-ı azamın hadislere onem vermeyip kıyasla amel ettiği soyleniyor. Bunda asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden biri şoyledir:
Hazret-i Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine gelip dedi ki:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun icin geldim.
- Bundan Allahu teÂlÂya sığınırım.
Sonra Hazret-i İmam dizleri uzerine oturup edeple sordu :
- Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.
- Dinimize gore kadının hissesi ne kadardır?
- Erkeğin yarısı kadardır.
- Bakın, eğer kıyas ile soyleseydim, bu hukmun tersini soylerdim. Kadın zayıf olduğu icin ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin soylediğiniz gibi bildirdiğime gore, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu gostermez mi?
- Evet hadis-i şerife aykırılık yok.
Hazret-i İmam tekrar sordu:
- Namaz mı efdaldir, oruc mu?
- Elbette namaz efdaldir.
- Eğer kıyas ederek soyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı gostermez mi?
- Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.
- Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?
- Elbette idrar necistir.
- Eğer kıyas ederek soyleseydim, meni cıkınca değil, idrar cıkınca gusletmeyi soylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey soylemekten Allahu teÂlÂya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın sozlerine kıymet veriyorum, onları acıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.
Bu konuşma uzerine Muhammed bin Hasan hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp onun alnından optu. Bu olayda gosteriyor ki, Âlimi ancak Âlim anlar.
İmam-ı a'zam hazretlerinin her sozu, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile idi. Bir kimse, dort mezhep imamının sozlerini, kıskanmadan ve inat etmeden, insaf ile incelerse, her birinin, gokteki yıldızlar gibi olduklarını gorur.
İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
Nass [yani Âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz, zaruret olmadıkca kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, once Kur'an-ı kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı kiramın herhangi birinin sozlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak, kıyas yaparak cevabını buluruz.
İmam-ı a'zam hazretleri hicbir yerde bulamadığı bir bilgi icin, kendi kıyas ettikten sonra, Hazret-i Ebu Bekrin sozunu işitirse, kendi reyini bırakıp, O soze uygun cevap verirdi. Butun Eshab-ı kiram icin de boyle yapardı.
Numan’ın kolesi
Buyuklerden biri anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kolesi idi. Bu zatı bulup isminin nicin boyle olduğunu sordum:
- Sen o yuksek imamın nasıl kolesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın olmuş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki cocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, cocuğu cıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni cıkarmış. Bunun icin onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.
İnsan buyuk gunah işlemekle kÂfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar coktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şoyle duşunurlerdi: (İnsan buyuk gunah işlemekle kÂfir olur.)
İslamiyet’te buyuk tefrikaya sebep olan bu sozu Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin gunah işlemekle dinden cıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sunnet vel cemaat mezhebinin boyle olduğunu bildirerek Haricilerin sozlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.
Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İclerinden kırk tane eşkıya şoyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sozlerinden donerse ne ala, donmezse başını govdesinden ayırırız.)
Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sozlerini dinliyorduk. Kılıcları omuzlarında asılı bir suru sapık izin almadan iceri girdi. Hazret-i İmamı oldurmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kacamazsın, seni burada oldururuz.
Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru soze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.
- O halde kılıclarınızı kınlarına sokunuz, boyle yalın kılıc durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıclar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbunallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.
- Bir kimse şarap icip sarhoş olarak olse, bir kadın da zina edip doğurduğu cocuğu oldurse, kendisi de nifas hali bitmeden olse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Once siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?
- Hic biri değildir.
- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illallah Muhammedun resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahu teÂlÂdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu buyuk gunaha ducar oldular.
- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu uc şey iman mıdır, kufur mudur, insafla konuşup doğrusunu da siz soyleyin.
- Bu uc haslet imandır.
- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi soyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, ucte biri mi veya hepsi midir?
- Bu uc şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.
- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?
Hariciler kendi sozleriyle boylece mağlup oldular, hepsi de kılıclarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sunnet oldular.
Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kÂfi gorup, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya cıkması icin tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?
- İcinizden en bilgili, Âlim olanı secin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...
- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mu?
- Peki kabul ettik.
- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...
- Siz, sectiğiniz Âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...
- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi soyluyorum. Herkesin tÂbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye guvenmişseniz ben de imama guvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.
Oğlumun oğrendiğini az gorme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar oğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yuz akca hediye etti. [Başka bir rivayette bin gumuş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gonderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim icin ozur dilerim. Oğlumun oğrendiğini az gorme! Allahu teÂlÂya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim icin hepsini sana verirdim.
Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hic bir şeye kudretim yok ki, hangisinin buyuk olduğunu nasıl soyleyeyim?
Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Ustadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Ustadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun icin, annem babam icin, kendilerinden ilim oğrendiklerim icin, kendilerine ilim oğrettiklerim icin istiğfar ettim. Hic bir namazda unutmuş değilim.)
Kıymetli soz ve nasihatlerinden bazıları:
“Din ilminde konuşan kimse, Allahu teÂlÂnın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl soz soyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve cok pişman olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh Âlimlerinin değerini bilmezse, boyle Âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh oğrenmek] kendisine ağır gelir.”
“Gunah işlemeyi zillet; gunahı terk etmeyi muruvvet gordum ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahu teÂlÂnın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse buyuk tehlikededir.”
“Allahu teÂl bize, insanların mumin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna gore ayarlamamızı emretmiştir.”
“Allahu teÂlÂ, kendisine şukur ismini vermiştir. Cunku Allahu teÂlÂ, iyiliği mukafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suclar, kendileri icin bir zulumden ibarettir.”
“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahu teÂl olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması icin ilac kullanır. Cunku ilac bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahu teÂlÂdır.”
“Mumin, Allahu teÂlÂdan korktuğu kadar hicbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikÂr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetci olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahu teÂlÂyı zikir ve şukreder.”
“Mumin, Allahu teÂlÂnın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahu teÂlÂnın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sozde buyuk adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikÂr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”
“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın ustunde yeri vardır.”
Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hurmet et, yaşlılara saygı, genclere sevgi goster, halka yaklaş, fÂsıklardan uzaklaş, iyilerle duşup kalk, Sultanı kucumseme, hicbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hic kimseye acma, iyice yakınlık peyda etmedikce kimsenin arkadaşlığına guvenme, cimri ve alcak insanlarla ahbablık kurma, kotu olduğunu bildiğin hicbir şeye ulfet etme!
Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler goruşulurse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde goruş ve delillerin de bulunduğunu soyle. Senin bu turlu acıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka turlu duşunenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu goruş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu surekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha cok hurmet ederler.”
Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey oğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes oğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri oğret, ince meseleleri acma. Onlara guven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaclarını temine calış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını gorme. Halka yumuşak muamele et, musamaha goster, hicbir kimseye karşı bıkkınlık gosterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”
İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şoyledir:
“Konuşurken yuksek sesle konuşma. Hic bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.
Susmayı Âdet edin. Her ayda birkac gun oruc tut. Nefsini hesaba cek, ilmi muhafaza et. Boylece amelinden iki cihanda faydalan. Dunya nimetine ve sağlığına guvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya cekileceksin. Sakın olumu hatırından cıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.
Kotu kimseyi; kotuluğu ile anma, bir iyiliğini bul, onu soyle. Eğer kotuluğu din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara soyle ve ona uymaktan onları koru.
Bid’at ehlinden uzak dur. Kufur ehli ile zaruretsiz konuşma, mumkunse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla goruşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, ustadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten once mescide gel.
Komşudan gorduğun ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye soyleme. Seninle istişare edene doğruyu soyle. Cimrilikten sakın. TamahkÂr olan muruvvetsiz olur. Her işte muruvveti gozet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dunya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret
İmam-ı a’zam Ebu Hanife
Dini Bilgiler0 Mesaj
●26 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- İmam-ı a’zam Ebu Hanife