DUA
Allah “Duaniz olmazsa ne ehemmiyetiniz var” diyor. (Furkan/77) “Dua muminin silahidir.” diyor Peygamber Efendimiz (sav). Dua, inanmis her insanin hayatinda bir siginma, bir iltica merciidir. O'ndan baska guvenilecek, yardim dilenecek gercek dost olmadiginin kanitidir. Ayni zamanda kulun aczini itirafidir. Dualarla insanin ruhu rahatlar, itmiana erer, huzur bulur.
Asagidaki makale biraz uzun, ancak cok istifadeli bir yazi paylasmak istedim.

Dua Seferberliğine Cağrı

Soru: Bugun, dunyanın hemen her yanında, ozellikle de muslumanların yaşadığı coğrafyada oluk oluk kan akıyor; mazlumların feryÂd u figÂnı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gozyaşı boşanıyor. Boyle icler acısı bir durum karşısında mu'minlere duşen vazifeler nelerdir?

Maalesef, şimdilerde dunyanın dort bucağında kan seylÂpları akıyor; dokulen gozyaşlarının haddi hesabı yok. Goklere yukselen Âh u efgÂnı tartacak bir kantar mevcut değil yeryuzunde. En nezih milletlerin icinde bile kendilerine yer bulabilmiş zalimler insan haklarını ciğniyor, evrensel değerleri ayaklar altına alıyor ve Âdeta mazlumlara kan kusturuyorlar. Dahası, uluslar arası arenada koca koca tiranlar, dunyanın kaderine hukmetme adına ceşit ceşit cinayetler işliyorlar. Ne masum insanların kanlarının dokulmesi, ne gozyaşlarının ceyhun olması, ne yureklerin dağlanması, ne anaların ağlayıp dovunmesi ve ne de babaların bağırlarının yanması bu acımasız kimselerin merhamet hislerini harekete gecirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevketmiyor. Vicdanı olmemiş bir insanı ızdıraptan kıvrım kıvrım kıvrandıracak her turlu kotuluk Âdiyattanmış gibi işleniyor ve bir yonuyle yeryuzunde şu anda Firavunlar donemi olcusunde bir zulum surup gidiyor.

Kan Golu Ne Zaman Kurudu ki!..

Bazı fikirlerini beğenmesem de Turkce'yi guzel kullanması acısından takdir ettiğim “Tarih-i İstikbal” muellifi CelÂl Nuri, kendisine “Her tarafta kan seylapları ve kan golleri var?!.” denildiğinde, Âdeta insanlığın tarihî serguzeştini hulas etmiş ve “O seylaplar ne zaman durdu, o kan golu hangi devirde kurudu ki? Beşer, birbirini oldurmekten ve birbirine zulmetmekten ne zaman vazgecti ki!..” şeklinde mukÂbelede bulunmuştur. Bu sozun, zulmun ve haksızlığın devamı bakımından bugun de gecerliliğini koruduğu ÂşikÂr. Evet, Asr-ı SaÂdet ve Osmanlı'nın belli bir donemi gibi birkac kısa zaman dilimi istisna edilecek olursa, dunyanın yuzu hic gulmedi; Âdem Nebi'nin ilk oğullarından beri insanlar birbirlerini oldurmekten hic vazgecmedi ve yeryuzu kavgasız, kansız ve cinayetsiz gunlere şahitlik edemedi. Bugun de, hemen her toplum icinde ve yuzlerce yerde benzer haksızlıklar irtikÂp ediliyor ve aynı cinayetler işleniyor. Şu kadar var ki, bu zulumler bazı coğrafyalarda hadden efzun ve Âdeta kızılca kıyamet bir harbin şiddetiyle devam ediyor.

Ne acıdır ki, butun bu zulumlere “dur” diyebilecek dunya capında muvazene unsuru bir guc mevcut olmadığından dolayı hicbir şey zÂlimleri hizaya getiremiyor. Evet, bugun devletler arasında denge unsuru olabilecek, butun insanların haklarını koruyup kollayabilecek, zÂlimlere hadlerini bildirip yeryuzunde hak ve adaleti temin edebilecek, herkesi gozunun icine baktıracak ve beşeri doğruya yonlendirecek bir devlet mevcut değil. Osmanlı, tarih sahnesinden silindiği andan itibaren koca bir bolgede huzurun bendi yıkıldı. O gunden sonra hic kimse hicbir mazluma kanat geremedi, hicbir duşkunun elinden tutamadı ve hicbir azgına “yeter artık!” diyemedi. Felaketleri goğusleyen, cığlıklara cevap veren ve hakkı tutup yukselten efsanevî ruhun sesi kesilince meydan zÂlimlere, gaddarlara, hattarlara kaldı.

Nitekim, bugun, cağın zorbaları surekli zulmediyor, kan dokuyor ve kimseye de hesap vermiyorlar. Hatta doktukleri ve dokecekleri kanı masum gostermek ve cinayetlerine başka milletleri de ortak etmek icin turlu turlu bahaneler uyduruyorlar. Kendileriyle aynı safta yer almayanlara gonul koyuyor, tavır alıyor, ambargo ilan ediyor, acık-kapalı tehditte bulunuyor ve yanlarına cekemediklerinin de hic olmazsa seslerini kısıyorlar; kısıyor ve sonra da dunyanın gozunun icine baka baka tarihte emsali gorulmemiş olan ve beşeri insanlığından utandıran kotulukleri ard arda sıralıyorlar. Dolayısıyla, gunumuzde kimi yerde ayak bileğine dek, kimi yerde diz boyu ve kimi yerde de gırtlağa kadar zulum irtikap ediliyor.

Zulme ve ZÂlimlere Karşı...

İşte, boyle acı bir manzara karşısında muhakkak butun mu'minlere bazı vazifeler duşmekte ve herkes kotuluklere engel olma hususunda cehd u gayret gosterme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Rasûl-u Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in beyanları icerisinde bu vazife, dinin cirkin saydığı bir munkeri mumkunse elle defedivermek, şayet fiilî mudahale imkanı yoksa, kavl-i leyyin ve va'z u nasihatla, yani dil ile o kotuluğun onune gecmek; dil ile onlemeye de imkan ve vasat musait değilse, en azından onu hoş karşılamamak ve ona kalben taraftar olmamak gibi farklı şekillerde ve uc değişik seviyede eda edilmelidir. Zira, Allah Rasûlu (aleyhi ekmelu't-tehÂyÂ) “Sizden biriniz bir kotuluk gorduğu zaman onu eliyle duzeltsin. Buna gucu yetmezse, diliyle onun cirkin olduğunu soylesin ve kotuluğun onune gecsin. Buna da gucu yetmezse, hic olmazsa, o işin kotuluğunu vicdanında duyup muteessir olsun; cunku bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” buyurmuştur.

Ne var ki, haksızlıklara karşı elle mudahale etme ve kuvveti, hakkı tutup kaldırmada kullanma meselesi ancak bir devletin yapabileceği bir iştir; ucuncu sınıf bir toplum olmaya rıza gostermeme, başkalarının gudumunde yaşamayı kabul etmeme ve guclu bir millet olma kararlılığına vÂbestedir. O iş, Merhum Mehmet Akif'in,

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dunyaya milliyet nedir oğretmişiz!
Kapkaranlıkken butun ÂfÂkı insaniyetin,
Nur olup fışkırmışız ta sînesinden zulmetin.”

sozleriyle ifade ettiği gibi, kendini butun insanlığın ufkunu aydınlatmaya ve ihkÂk-ı hakta bulunmaya adamış bir millet olmaya bağlıdır. Nasıl ki Osmanlı hukumdarı, “Bugun Hindistan'a emredersem yarın onu karşınızda bulursunuz!” dediği an “uzerine guneşin batmadığı imparatorluk” adıyla anılan koca bir devlet hemen hizaya gelmiştir; işte ancak oyle bir millet, zulumler karşısında “Yeter artık!” diyerek sesini yukseltebilir ve gaddarları hizaya getirebilir.

Denge Unsuru Bir Millet

Şayet, zulum karşısındaki oyle bir notanız ve kotuluğe mani olmaya matuf ultimatomunuz –bağışlayın– havada kalacaksa, onu seslendirmenizin de bir anlamı yoktur. O vazife, guclu ve kuvvetli bir devlet haline geleceğiniz ana kadar başvurmamanız gereken bir yoldur. Hem onun bir vakt-i merhûnu vardır ve o vakit geleceği Âna kadar o mevzuda bir şey yapmanız mumkun değildir. Fakat, kadını erkeğiyle, genci ihtiyarıyla, idare edeni ve edileniyle milletin her ferdi kendi ulkesinin bir gun dunyadaki dengeler acısından hak ettiği konumu elde edecek, devletler muvazenesinde ibrelere yon verecek ve hakkın sesi-soluğu olacak bir devlet haline gelebilmesi icin calışıp cabalamalıdır. Bu hedef her inanmış insanın mefkûresi olmalıdır. Yanlış anlamalara ve garezli yorumlara meydan vermemek icin şunu da ifade etmeliyim ki; bu sozlerimle idareden, rejimden, bir sistemi bir başka nizamla değiştirmekten bahsetmiyorum; devletimizin ve milletimizin buyukluğe sıcramasını, diğer toplumlar nezdindeki tarihî itibar kredisine yaraşır bir hal almasını kastediyorum.

Gerci, bu cok buyuk bir iş, cok buyuk bir proje ve gercekleşmesi uzun zaman isteyen bir plandır; cunku, insana muteveccih bir iştir ve Batılı bir duşunurun ifade ettiği gibi, insana yapılan yatırımlarda yuz seneyi nazar-ı itibara almak gerekmektedir. Şayet, sizin bu mevzudaki gayretleriniz inkıtasız, sistemli, cağa gore mÂkul ve aynı zamanda cevreniz tarafından da destekleniyorsa, Allah'ın izni ve inayetiyle hak ve adaletin temsilcisi bir millet olmanız icin yuz seneye ihtiyac vardır. Belki, kureselleşen dunya ve gelişen telekomunikasyon şartları bunu biraz daha hızlandırabilir ve bir elli senede ulkeniz dunyada sozu dinlenen bir devlet haline gelebilir. Ne var ki, siz iki–uc neslin gecmesini goze almalı ve iki–uc nesil boyu dunyaya kendinizi anlatmalısınız. Anlatmalısınız ki, gercekten sevgi ve barıştan başka bir şey duşunmediğinize dunya inansın; sizin kendi cıkarlarınız icin yaşamadığınızı ve topyekun insanlığın saadetini duşunduğunuzu cumle Âlem gorsun, bilsin; onlarca yıl gecmesine rağmen bu cizginizde bir değişiklik olmadığına butun insanlar şahit olsun ve herkes tereddut etmeden size sırtını donebilsin. İşte, ancak oyle bir konumda ve guven ortamında sozunuzu dinletebilir; ancak oyle bir denge unsuru olarak akan kanı durdurabilir ve ancak o zaman guc, kuvvet ve itibarınızı mazlumun Âhını dindirmek icin bir vesile kılarak ağlayanları guldurebilirsiniz.

Felaket Mağduru Cocuklar ve Onlara Uzanan Eller

Ayrıca, gucunuzun yettiği kadarıyla muhtacların imdadına koşmanız ve onların ihtiyaclarını karşılamanız da el ile ıslah demektir. Mesela, gonullu kuruluşlar aracılığıyla Ace'ye gonderdiğiniz yardımlar hem bolge halkının bir olcude de olsa yaralarının sarılmasını sağlamış hem de onların gonullerini bir kere daha fethetmiştir. Ace halkı sizden uzanan eli, Osmanlı doneminde yapılan yardımlara vesilelik eden ellerle yanyana koymuş; bugun sizin yaptığınız yardımla tarihte ecdÂdınız tarafından yapılan yardımı birbirine katıp karıştırmış ve ikisini aynı kaynaktan beslenen iki cereyanın bir araya gelişi olarak değerlendirmiştir; sizin bağışlarınızın cehresinde Osmanlı'nın bir donemde gonderdiği iÂneyi de gorup yadetmiştir. Yine, Pakistan'daki deprem sonrasında Anadolu insanı adına imdada koşan gonullu kuruluşlar, milletler arasında eşine az rastlanır bir sevgi ve dostluk havasında karşılanmış; fedakÂr insanımızın dillere destan civanmertliği kardeş ulke halkına onemli bir inşirah vesilesi olmuştur. Oyle ki, her iki ulkenin en ust seviyeden idarecileri Turkiye'ye hususî minnet ve şukranlarını ifade etmişlerdir. Ozellikle de oralarda acılan okullar insanlar icin yeni bir umit olmuştur ve cok ciddi bir ihtiyacı karşılamıştır.

Fiilî yardımın bir diğer yanı da şudur: Tsunami ve deprem gibi felaketlere maruz kalan ya da başka devletler tarafından işgal edilen ulkelerde coluk–cocuk ortada kalıyor. Bazı teşkilatlar, o cocukları toplayıp kendi ulkelerine goturuyor, evlatlık edinip kendilerine benzetiyorlar. 1992 senesinde yine buradaydım. Bir dostumuz telefon etti; “Saraybosna'da katliam yapılıyor, her yanda soykırımlar cereyan ediyor, her gun yuzlerce insan olduruluyor. Burada binlerce cocuk sahipsiz ve kimsesiz kaldı; şayet biz sahip cıkmazsak bunları başkaları alıp goturecek. Bazı cocukları Turkiye'ye getirebilir miyiz?” diyerek bu konudaki fikrimi sordu. O esnadaki halime şahit olan arkadaşlarımın anlattığına gore, bu sozleri duyunca toparlanıp ayağa kalkmak istemişim; fakat kalkamamışım, sandalyeye yığılıp kalmışım. O anki heyecanlarımla, “Yuz mu, bin mi, yuzbin mi, ne kadar bulursanız alıp goturun, Anadolu insanına emanet edin; birer-ikişer dağıtın evlere. Bu millet hem fedakÂr hem de vefakÂrdır; hepsine bakarlar Allah'ın izniyle. Hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun, hicbir cocuğun zÂyî olmasına meydan vermeyin!.” dediğimi hatırlıyorum. Boyle bir teşebbuse ne kadar ihtiyac oldu, kac cocuk getirildi ve ne olcude bakıldı, bu ayrı bir mesele. Demek istediğim şu ki, fiilen yapılabilecek her ne varsa, onu mutlaka yapmalısınız; o cocuklar ulkemizde okutulacaksa okutmalı; kendi ulkelerinde okullar acıp en guzel şekilde yetişmelerini sağlamak mumkun olacaksa, o imkanı temin etmeli ama muhakkak darda kalmış insanlara sahip cıkmalısınız.

Dilsiz de Olmamalı, Uslûpsuz da!..

Şayet, gucunuz bir yere kadar yetti ve imkanlarınız tukendi ise, bu defa da, hic olmazsa dilinizle kotuluğe ve zulme mani olmaya calışmalısınız. Bazen bir televizyon ekranında, kimi zaman bir gazete koşesinde, bir başka sefer de bir İnternet sayfasında duygularınızı, duşuncelerinizi aktarmalı ve fırsatını yakaladığınız her platformda hakikati dile getirmelisiniz. Mesela, tatlı dille, yumuşak bir uslûpla ve bir art niyetinizin olmadığını butun samimiyetinizle ortaya koymak suretiyle şoyle seslenmelisiniz:

Acaba bu mesele diplomasi yoluyla cozulemez mi? Problemleri daha insanî bir şekilde halletmek varken neden hep kaba kuvvete muracaat ediyorsunuz! Oysa ki, kuvvet cok defa akla, mantığa ve muhÂkemeye rağmen işler; şiddet şiddete sebebiyet verir. Bir toplumun uzerine kinle gitmekle onlarda size karşı sevgi hislerini uyaramazsınız. Sevgi duygusunu tetikleme ve canlı tutma ancak sevgiden gecer. Hele bir de sevgiyle yaklaşın; bir kerecik de muhabbetle onların sinelerine akın; işte o zaman sizi nasıl kucaklayacaklarına bir bakın. Siz nefret ettikce, onlardaki nefret hislerini de korukluyorsunuz. Bugunku muvakkat nefret hissi tarihî bir nefret heykeline donuşuyor ve tarihin sayfalarına oyle aksediyor. Bu gidişle, arkadan gelen nesiller sizi demokrasi ve ozgurluk havarileri olarak değil vatanlarını işgal eden zÂlimler olarak lanetle anacaklar. Lanet, lanet doğurur; nefret nefreti besler, kin kine sebep olur, gayz gayzı netice verir ve bunlar şimdiye kadar dunyanın hicbir yerinde hicbir problemi halletmemiştir. Ne olur, bir de insanlık, sevgi ve merhamet yolunu deneyin!

Evet, boyle bir ikazı hem devlet yetkilileri, hem sivil toplum orgutleri hem de toplumun butun fertleri yapabilir ve yapmalıdır da.

Mevzumuza esas teşkil eden hadis-i şerifte, “munkere karşı kalben buğz etmek”, kotuluğu defetmenin ucuncu yolu ve imanın en zayıf mertebesi olarak nazara verilmektedir. Ne var ki, bunu, insanlara duşmanlık beslemek ve onlardan nefret etmek şeklinde anlamamak gerekir. Cunku, bir insana kin gutmek onu icine duştuğu fenalıktan vazgecirmek icin faydalı bir yol değildir. Oyleyse, bu sozden anlaşılması gereken husus, kotuluğe taraftar olmamak, ona karşı tavır belirlemek ve hem zulmedeni hem de zulme maruz kalanı ondan kurtarmaya calışmaktır.

BÂri Dua Edelim!..

Zannediyorum, boyle bir maksadı gercekleştirmenin en onemli vesilelerinden biri de duadır. Bu itibarla, şayet bir zulme şahit oluyor ve gadre uğrayan kimselere karşı gercekten alÂka duyuyorsanız, o zaman elle ve dille o kotuluğu engellemeye calışmanın yanı sıra mutlaka CenÂb-ı Hakk'a teveccuh etmeli ve dua dua yalvarmalısınız. Eğer, oluk oluk akan kandan hakikaten muteessir oluyor, işittiğiniz hıckırıkların gonlunuze bir kor gibi duştuğunu hissediyor ve olen her insanla beraber siz de bir kez daha oluyormuş gibi ızdırap cekiyorsanız, o halde kendi acz ve zaafınızın idraki icinde gucu her şeye yeten Kudreti Sonsuz'a yonelmeli ve O'na icinizi dokmelisiniz.

Evet, bir yonuyle, Allah'a sunacağımız ibadetler arasında duadan daha guclu bir amel yoktur. Cunku dua, Allah'ın varlığına, birliğine, hÂzır ve nÂzır olduğuna inanarak sebepler ustu bir taleple CenÂb-ı Hakk'a arz-ı halde bulunmaktır. Dua icin ellerimizi actığımızda, biliriz ki, bizim sesimizi işiten, kudret eli her şeye yetişen, butun ihtiyaclarımızı yerine getirmeye muktedir ve hadsiz duşmanlarımızı defetmeye kÂdir bir Rabbimiz var.

İşte, bu iman ve inancla, MevlÂ-yı MuteÂl'e dua etmeliyiz. Rahman u Rahim'in dergÂhında diz cokmeli; toprakları ellerinden alınan, yer ustu ve yer altı zenginliklerine el konulan, ırzları ciğnenen ve namusları pÂyimal edilen muslumanları, her turlu mağduriyet, mazlumiyet ve mahkumiyetten halÂs eylemesini O'ndan dilemeliyiz. Aynı zamanda, dunyanın dort bir yanında farklı bahaneler ileri surerek insanları ezen ve cinayetler işleyen zÂlimlerin hakkından gelmesini ve tuzaklarını kendi başlarına gecirmesini de yine O'ndan dilenmeliyiz.

Hazreti Nuh'un Duası

Soz gelmişken, bir hususa daha değinmek istiyorum: Hazreti Nuh, kavmini gece gunduz dine davet etmiş; bazen yuksek sesle kimi zaman da sessiz sedasız bir davetle onlara seslenmiş ve hidayete ermeleri icin her yolu denemişti. Fakat, ne zaman onları hak ve hakikate cağırmışsa, onlar parmaklarıyla kulaklarını tıkamış, elbiseleriyle yuzlerini saklamış ve Seyyidina Nûh'un yuzune bile bakmamışlardı. Sonunda Hazreti Nûh onlara beddua etmiş; “Rabbim, yeryuzunde dolaşan bir tek kÂfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kÂfir, ahlaksız cocuklar dunyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî beni, annemi, babamı ve evime mu'min olarak girenleri, erkek ve kadın butun inananları affet. O zÂlimleri ise, daha da beter, daha da perişan eyle!” (Nuh, 71/26-28) demişti. Bu beddua uzerine, CenÂb-ı Hak tufan gondermiş ve o kavmin altını ustune getirmişti.

Hadis-i şeriflerde zikredildiğine gore, Allah Teala, kıyamet gunu oncekileri ve sonrakileri bir alanda toplar. Guneş alcalır, insanları tahammul etmesi cok guc bir gam ve sıkıntı sarar. İnsanlar bir şefaatci bulma umidiyle Peygamberlerin kapılarını calarlar. Nihayet, Hazreti Nuh'un huzuruna varır ve ondan da şefaat dilerler. Hazreti Nuh (aleyhisselam) ummeti hakkındaki o bedduasını şefaat etmesine mani bir sutre gibi gorur; “Benim bir tek duam vardı, onu da kavmimin aleyhine kullandım.” der; “Nefsim, nefsim” diye ic gecirir ve insanları Hazreti İbrahim'e yonlendirir.

Oyle inanıyorum ki, Hazreti Nuh gibi ululazm (her turlu zorluğa rağmen vazifesini eksiksiz eda eden en buyuk beş peygamberden) birinin CenÂb-ı Hak'tan, kucuk dahi olsa bir işaret almadan oyle bir dua yapması mumkun değildir. O, kavminin kat'iyen inanmayacağı hususunda mutlaka ilahî bir işaret almış ve kalblerinin muhurlendiğinden kat'î emin olduğu o kimseler hakkında bedduada bulunmuştur. Dolayısıyla, onun ummeti aleyhindeki duasının kendisini şefaat etmekten alıkoyacak bir hata olduğu duşunulemez. Fakat, ululazm bir peygamberin kendisi hakkında oyle hukum vermesi ve yaptığı işi kendi ufku itibarıyla hata kabul etmesi de yine mukarrebîne yakışan bir ruh yuceliğinin ifadesidir.

Allahım, Sana Havale Ediyorum!..

İşte, ne zaman zÂlimlere beddua etmek aklıma gelse, hemen Hazreti Nuh'un inkisarını hatırlıyor, urperiyor ve onları tel'in etmekten uzak duruyorum. En amansız şekilde duşmanlık yapanlar hakkında bile bedduada bulunmuyorum, kimseye lÂnet ve kahriye okumuyorum; onları Allah'a havale etmekle yetiniyorum. O havaleyi de yine İnsanlığın En Şefkatlisi'ne ittibÂen yapıyorum. Nasıl ki, Allah Rasulu, “Allahumme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahumme aleyke bi-Utbe, Allahumme aleyke bi-Şeybe...” deyip din duşmanlarını Allah'a havale etmiş ve bununla “Allah'ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!” demek istemiştir; ben de, havale etmeyi bile onlar hakkında once Allah'tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getiriyorum. Doktukleri kanı, akıttıkları gozyaşlarını, işkence ettikleri insanları duşununce, “Hic olmazsa mazlumlara bu kadarcık bir vefa!..” mulahazasıyla kendi uslubumu korumaya calışarak şoyle diyorum:

“Allahım, eğer kan duşunen, kan konuşan, kan doken, yurt icinde ve yurt dışında kan seylÂpları meydana getiren bu zÂlimlerin, bu gaddarların ve bu hattarların hidayetlerini murad buyuruyorsan, en yakın zamanda bunların kalblerine hidayetini salıver; gonul kapılarını imana ve İslam'a ac. Şayet onlar Senin nurundan butun butun nasipsiz kimselerse, ey bizi insanlığa cağırmak icin kitap indiren Allahım, ey bulutları harekete gecirip semanın bağrından rahmet boşaltarak kupkuru colleri cennetlere ceviren Allahım, ey en guclu orduları hezimete uğratan Allahım, din duşmanlarına bozgun yaşat; altlarını ustlerine getir, onları birbirlerine duşur, birliklerini paramparca eyle ve emellerine ulaştırma; zÂlimlere karşı bize nusrette bulun, yardımını uzerimizden eksik eyleme!”

Bazen de, “Allahım, bize ve butun muslumanlara yardımcı ol; hizlanımızı isteyenleri, rezil rusv ve perişan olmamızı arzu edenleri, bu istikamette komplolar duzenleyenleri husrana uğrat! İki ellerini bir araya getirme, onları muvaffak eyleme!” diyorum.. diyorum ama her defasında bu duamı şarta bağlıyor; once onlar hakkında bile hidayet duasında bulunuyorum. Sonra da, “Allahım, şayet onlar mahrum ve nasipsiz kimselerse, hic olmazsa bizi onların zulumlerinden muhafaza buyur; uzerlerinde baskını artırdıkca artır; silahlarını başlarında parcala; ellerini ayaklarını birbirine dolaştır; kalemle tecavuz edenlerin kalemlerini kır; muslumanlara sovup sayanların dillerini ebkem kıl.. zÂlimleri gaye-i hayallerine ulaştırma ve onlara karşı bize yardımcı ol!..” şeklinde niyazımı seslendiriyorum.

Gonulden inanıyorum ki, mu'minler Allah TeÂlÂ'ya yurekten teveccuh etseler ve duaya yonelseler Cenab-ı Hak şu anki dengeleri alt ust edecek ve her zÂlime haddini bildirecektir. Ne var ki, bugun O'nun bize yakınlığını ve dualarımıza icabet edeceğini duşunerek, hÂzır ve nÂzır birinin huzurunda olduğumuz mulÂhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissederek CenÂb-ı Hakk'a arzıhÂlde bulunduğumuzu ve en sÂfiyÂne, en hÂlisÂne bir kulluk tavrı olan duanın hakkını verdiğimizi soyleyemeyiz. Hatta, hacca giden insanların, duaların reddedilmediği o mukaddes yerlerde, Arafat'ta, Muzdelife'de, Mina'da yureklerini catlatırcasına, İslam dunyasının maruz kaldığı şu felaketlerden sıyrılması adına inlediğini iddia edemeyiz. Zannediyorum, yirmi tane icli, duygulu, dertli insan, orada uc-dort gun uykusunu terketse, başını yere koysa ve yalvarıp yakarsa, hatta birkacının kalbi dursa, gercekten yureği catlasa, MevlÂ-yı MuteÂl o catlamaya berikilerin başını patlatacak bir bomba tesiri lutfedecek ve inananların mazlumiyetine son verecektir. Fakat, oyle anlaşılıyor ki, muslumanlarda bu kadarcık olsun yurek yok; o mukaddes beldelerde bile CenÂb-ı Hakk'a tam teveccuh edilmiyor ve O'na gereğince yalvarılmıyor.

Gelin, Allah'a Yalvaralım!..

Bu acıdan, nazım gecse ve gucum yetseydi, sesimi en ucra yerlere ulaşacak kadar yukseltir ve “Allah aşkına, gelin bir de duanın gucunu kullanalım; gonulden Allah'a yalvaralım!” derdim. Milletimizi ve butun muslumanları Hakk'ın kapısında tazarru ve niyazda bulunmaya davet ederdim.

Evet, gelin şoyle altı ay, bir sene dişimizi sıkıp her gece teheccude kalkalım. Kadın-erkek hepimiz once gecenin zulmetini birkac rek'at namazla aydınlatalım. Sonra da butun samimiyetimizle dergÂh-ı ilahîye el acalım; buyuk-kucuk acı ve ızdıraplarımızı, arzu ve isteklerimizi bir bir CenÂb-ı Hakk'a şerhedelim. Bizi goren, soluklarımızı duyan, icimizden gecenleri bilen ve iniltilerimizi değerlendiren her şeye KÂdir, her şeye HÂkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gozeten MevlÂmızın varlığını duşunelim; O'nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin ustesinden gelebileceğimiz inancıyla gerilip bir kez daha O'nun kapısının tokmağına dokunarak inleyelim..

Her birimiz onem verdiğimiz ve gonlumuze uygun bulduğumuz bir duayla başlayalım. ŞÃ‚h-ı Nakşibend'in evrÂd-ı kudsiyesi, Ahmed Rufaî hazretlerinin tazarruları, Abdulkadir GeylÂnî'nin kudsi virdleri ya da İmÂm-ı RabbÂnî, HÂce-i Ahrar, Ebu'l-Hasen HarakÂnî, MevlÂna HÂlid ve Hazreti Bediuzzaman gibi Hak dostlarının hususî niyazları ile Yuce DergÂh'a yonelelim. Rasûl-u Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'den şerefsudûr olmuş munacÂtları ve Cevşen-i Kebîr gibi meşhur duaları kendi arzu ve isteklerimize şefaatci yapalım. Bu virdleri muteakiben, dertlerimize bir derman gondermesini, yaralarımızı tedavi etmesini ve muslumanları mazlumiyetten, mağduriyetten, mağlubiyetten kurtarmasını CenÂb-ı Hak'tan dilenelim. Ve şu mulahazaları gonlumuzde her an canlı tutalım:

Ey caresizler caresi! Sebeplerin sukût ettiği, ictimaî ahvalin boz-bulanık bir hÂl aldığı, her yanda zÂlimlerin “hay-hûy”unun duyulduğu, yığınların caresizlikle kÂh sağa, kÂh sola toslayıp durduğu şu karanlık gunlerde, zulmet zulmet icinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gonder.. sonsuz kudretinle butun zulum ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını sondur ve iblislerin boyunlarına cozemeyecekleri tasmalar gecir. Allahım, Sana ve dinine duşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin kalblerini de imana, İslam'a, ihsana ac; onları da hidayete erdir. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, butun butun gayz, kin, nefret ve duşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden butun mu'minleri muhafaza eyle!..
__________________